17.05.2014
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri
Soma Ziyareti Kişisel Gözlem Notları
Fethiye Erbil
17 Mayıs 2014 Cumartesi günü, Boğaziçi Üniversitesi’nden gönüllü öğrenci ve akademisyenler olarak Soma maden alanının olduğu bölgeye gittik. Temel amacımız, halka başsağlığı dilemek, yalnız olmadıklarını hissettirmek, onları dinlemek, facianın sebeplerini ve maden işçilerinin durumunu anlamaktı.
Tüm gün boyunca hem kişisel hem teknik birçok not aldık. Kişisel, çünkü bizim dışarıdan konuşurken sayı diye bahsettiğimiz her şey, orası için ‘baba’, ‘eş’, ‘evlat’, ‘kardeş’. Sayılardan, sebeplerden, sonuçlardan önce yaşanan derin acıyı anlamak gerekli. Bu çok büyük, çok ağır bir acı. Düşünün, sabah eşinizi madene uğurluyorsunuz. Az kaldı, bırakacağım burayı diyor, biraz sabredelim, erken emekliliğe az var. Evde iki küçük çocuğunuz var. Akşam haber alıyorsunuz ki canınızın yarısı gitmiş. Cansız bedeni bakılacak gibi değil. Belki iki üç gün nerede olduğunu bulmakla geçiyor. Neye yanacaksınız? Ölene mi? Kendinize mi? Babasız kalan evlatlara mı? İçine sürüklendiğiniz fakirliğe mi? Bundan sonra ne yapacağınıza mı?
Bu acı çok büyük. En az üç ili, ilçeleri, köyleri etkilemiş bir acı. Çarpan etkisi çok büyük, o yüzden desteğe ihtiyaç duyan sayısı da çok.
Bizler yola çıkmadan önce Soma merkeze girişlerin engellediği haberini aldığımız için ilçelere ve oradan da köylere gitme kararı almıştık. Cenaze evlerine ulaşabilelim, acılı aileleri dinleyebilelim diye.
Yol boyunca dikkatimi çeken en önemli şey, bölgenin inanılmaz bereketli, yemyeşil, ormanlarla kaplı bir doğasının olmasıydı. Ormanların arkasında heybetli bir iki dağ yükseliyordu. Bu insanların neden bu verimli toprakların üzerinde değil de altında çalışması gerektiğini sordum....
Bizim gideceğimiz ilçe Kınık’tı. Oraya gitmek için Savaştepe’den geçtik. İlçe girişinde emniyet bizi durdurdu, ilçe emniyet amiri bizim geleceğimizi bildiğini söyledi, hayırlı yolculuklar diledi, yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Devletin sıcakkanlı, insani yüzü de olabilirmiş dedik. Yine de tam güvenemedik. Sebepleri çok açık değil mi?
Daha sonra Soma girişine geldik. Uzaktan bakınca büyük iki dağ ve onun eteklerine kurulmuş bir ilçe. Tahmin ettiğimden daha küçük göründü. İlçe girişinde sayıca 20’yi geçmeyecek polis ve jandarma vardı. Her giriş yapan aracı durdurup Manisa-Soma doğumlu/plakalı olmayanları alamayacaklarını belirtiyorlardı. Buradakiler daha soğuk, daha öfkeli, gelenlere daha ‘sorun çıkarıcı’ gözüyle bakanlardı. İnsanların anayasal haklarını devlet hangi gerekçeyle ihlal edebiliyor? Devlet, insanların yaşam hakkını ihlal ederken, bu soru manasız kaldı birden. Yine de sormaya devam.
Biz Soma içinden sivil bir polis aracın eşliğinde geçtik, Kınık yoluna kadar. İlçeden geçerken etrafa baktık, dışından geçiyorduk, çok bir şey belli değildi. Sokaklar boştu. Birkaç çocuk, alışverişe gitmiş birkaç adam... Herkesin cenazesi vardı, ya evinde ya komşusunda ya mahallesinde... Şehrin girişinde bir mezarlık vardı. En çok orası kalabalıktı. Şehrin en kalabalık yeri mezarlık olur mu? Oluyormuş.
Orada toprağı yeni, ıslak mezarlar gördük. Mezarların başına konmuş testiler. Akan gözyaşları bitince susuz kalmasın diye. Toprağın altından çıkıp toprağın altına gömülen bedenler gördük. En çok da çocuklar. Toprağa sarılan, anlamayan, oyun sanan, geçecek sanan çocuklar....Babaları o çocuklar için toprağın altına girmeyi göze almıştı. Bu çocukları yalnız bırakırsak bize haklarını helal ederler mi?
Kınık’a geçtik. Cenaze evlerinde mümkünse başımızın örtülü olması, gürültülü konuşulmaması ve sigara içilmemesi uyarısı yaptık birbirimize. Son bir sigara molası vermek için ilçenin girişinde durduk, aşağı indik. Etrafımızı insanlar sarmaya başladı. En çok da erkekler. Yaşlı, genç erkekler, erkek çocuklar. Sonra bir cesaret sağdaki, soldaki evlerden genç kadınlar çıktı. Önce kim olduğumuzu sordular. Boğaziçi Üniversitesi’ndeniz deyince buralara kadar geldiğimiz için şaşırıp teşekkür ettiler. Duyduklarım şu şekilde;
‘Gençler, sağ olun, var olun. İstanbul’dan kalkıp gelmişsiniz başsağlığı dilemeye.’
‘Ben eski solculardanım evladım. Senelerce de bu madende çalıştım. Bu mesele hükümet devirme, sağ, sol meselesi değil. Bu hükümet oyla devrilir. Gerçi oyda da bir sürü hile yapıyorlar ya. Demem o ki, burada yapılan birçok hata var, ihmal var.’
‘Bu kader değildir evladım, bu Allah’ın takdiri değildir. Bu bile bile adam öldürmektir.’
‘Bu gençler bizim için çıkmıştır sokaklara. Bizim sizden başka kimseye inancımız kalmadı. Belediye başkanı ortalarda yok bakın. Sokaklara çıkın evladım, hakkımızı arayın, bizi bunlardan kurtarın’.
Kısa bir mola verdiğimizi ve ilçe meydana gidip orada herkesi dinlemek istediğimizi söyledik. Bu on dakikada bile etrafımızda en az elli kişi toplanmıştı.
İlçe meydana gittiğimizde bize sandalye gösterdiler, çay verdiler, simit ikram ettiler. Cenaze evi gibiydi her yer, ölüm hepimizin olunca....
Biz oturur oturmaz yine etrafımızı birçok amca, genç adam sardı. Benim gözüme 17-18 yaşlarında gözüken iki genç çocuk çarptı. Onlarla konuştum. Madende çalışmıyorlarmış, ama sayıca çok yakınlarını kaybetmişler. İkisi de okumuyormuş. Askere gideceklermiş. İlk olarak onlardan teyit ettirdiğim bir bilgi maden şirketi kesinlikle 18 yaşını doldurmayanı almazmış. Birçok arkadaşını geri çevirmiş şirket bu yaş meselesi yüzünden. Dedim siz ne iş yapıyorsunuz. Sağda solda, tarlada çalışıyoruz dediler. Patlamayı öğrendikleri gibi koşup yardım çalışmalarına katılmışlar, üç gün yardım etmişler, en çok da ceset teşhisinde. Aslında ilk saatlerden sonra madende yapılan ‘arama-kurtarma’ değil, ceset çıkarma çalışmasıydı. Bu gençlerin yaptığı olmasaydı, aileler daha geç ulaşacaktı evlatlarının bedenlerine....İnsanı öldürdüğümüz yetmiyormuş gibi, gerisi de ihmal...
Uzun yıllar madende çalışmış, patlamadan sağ kurtulmuş orta yaşlı amcalarla konuştum. Olayın nedenini ve güvenlik önlemlerini sordum. “Kızım, ne güvenliği?” dedi bir tanesi. “Burada güvenlik, müvenlik yok. Kömürün ısındığını defalarca anlattık. Şikâyet ediyorsun amirinden azar yiyorsun. Tüm gün köpek gibi azarlanarak çalışıyorsun. Sesini çıkarmaya kalksan seni işinden etmekle tehdit ediyorlar”.
Konuştuğumuz insanların bir kısmı meseleye siyaset bulaştırmak istemiyorlardı. Açık bir şekilde devletten ve hükümetten, baskı altına alınmaktan korkuyorlardı.
Kurtarma çalışmalarına katılan insanların anlattığı ölülerin çok kötü durumda olduğuydu. O kadar kötü durumdaydı ki ölülerini tanıyamamışlar. Beş gün geçti, hala ulaşılamadığını bildiğimiz insanlar var, yandılar mı dondular mı bilmiyoruz dediler.
Bir madenci, madenin tek kapısı var, girişi 300 metre. Girdikten sonra nasıl döneceksiniz. Bunun imkânı yok dedi.
Madenle ilgili anlatılan en net tablo şu: burası 2005’e kadar Ciner grubun elindeymiş. Çok daha insani şartlarda çalışıyormuş işçiler. Bu madende kesinlikle açılmaması gereken kömür dalları varmış. Ciner bu yasak alanlara işçileri asla yaklaştırmazmış. Bu dallar açılmayınca da kar yapılamamış. Ciner grup biz işçi zayiatı vermek istemiyoruz deyip geri çekilmiş, burada hükümetle olan sürtüşmeleri de etkili olmuş.
Burası birkaç şirket değiştirmiş. Soma Holding geldiğinden beri açılmaması gereken yerler açılmış. Buraların riskli olduğu biliniyordu diyor madenciler. Bile bile bizi gönderdiler diyor.
İşçilerin çalışma şartları da çok ama çok kötü. Günde 8 saat çalıştıklarını anlatıyorlar. Aralıksız. Yemek götürürsek yanımızda yeriz, çay götürürsek içeriz, dışarı çıkamayız diyorlar. Tüm gün çok az oksijenle çalıştıklarını, vücutlarında birçok hastalık başladığını söylüyorlar. Maden insanı birden yaşlandırır diyorlar. İçten içe çürütür.
Neden maddende çalışmak istediklerini soruyoruz. Hem cenaze evlerindeki teyzelerden hem uzun süredir maddende çalışan amcalardan aldığımız cevaplar hep aynı:
Biz çiftçilik yapardık, hayvancılık yapardık. Ama yetiştirdiğimiz ürün para etmez hale geldi. Tütün özelleştirmeden sonra, devlet desteği çekildikten sonra kardan çok zarar getirdi. Hayvancılık aynı şekilde kazandırmadı. Mecbur kaldık madene girmeye, evlatlarımızı madene göndermeye. Fakirlikten okutamadık. Madende sigorta var, garanti maaş diye herkes madene gitmeye başladı. Özellikle 2005’ten beri bu durum böyle, gitgide yaygınlaştı. Mecbur kalmasak o ağır şartlarda çalışır mıydık? Çiftçilik yapmayınca her şey para. Yiyecek para, market para, çocuğun ilaçları para. Burada işi olmayan gence kız vermezler. Gençler evlenebilmek için madene gitti. Gitmeyene baskı yapıldı.
Konu sebeplerden yine olay anına ve sonrasına dönüyor. Çalışmalara katılan, 3 gün madenden ceset çıkaran bir işçi anlatıyor:
“Ben kendi gözlerimle gördüm. Ölmüş, bedeni taş gibi olmuş kişilerin yüzüne maske takıp çıkardılar. Bunun amacı nedir? Biz orada patlama anında 700-800 kişiydik. Kurtarmaya diye girip geri gelemeyenler de var. Sayıları toplayınca birbirini tutmuyor. İçeride muhakkak kalanlar var. Çıkarmıyorlar, üzerini örtüyorlar. Çıkarırlarsa madenin ruhsatı alınır, bir daha iş yapamaz çünkü”.
Eğer bir kayıp varsa, ailelerin başvurusuyla bunun bulunmasının mümkün olup olmadığını soruyorum. Bize çok da gerçekçi bir cevap veriyor.
“Başvurular gelse ne olacak? Bunu siz duyacak mısınız? Gerçek sayıyı siz duyacak mısınız? Nereden? Nerede yayınlanacak? Ben çok eminim daha çok ölü olduğuna. Benim arkadaşlarım oradaydı. Ya içeride ya dışarıda bu ölüler, ama saklıyorlar”.
Hem insanının canını alan, hem ölüsünü saklayan bir devlet. Tam da bize yakışır türden!
Sendikaları soruyoruz işçiye:
“Sendika bizden taraf olacağına bize zorlama, baskı yapıyor. Sendika şirketten yana. Devlet şirketten yana. Şirket devletten yana. Açılmaması gereken yerlerin açıldığını devlet biliyor. Göstermelik denetleme gönderiyor. Denetleme gelmeden 15 gün önce telefon gelir. Ben kendim bizzat çalıştım, üst katın havalandırmaları sırf denetleme için hazırlanır, bir de on gün denetleme için hazırlık yaparsın. Gelirler, takım elbiseleri çekmiş, 5 metre aşağı inmezler. Bizim gerçekten çalıştığımız yerleri görmezler. Tam puan verip giderler sonra”.
Herkes paranın tarafındaysa, kim işçinin yanında olacak? Sorumlu sadece işyeri sahibi mi? ‘Tam puan’ veren denetçiler hesap vermeyecek mi? Sendikalar hesap vermeyecek mi? Soruyoruz, bir cevap bulur mu bilmeden.
Meydanda bize saatlerce olanı biteni anlatan amcalardan ayrılmak zor oluyor. Ben kişisel olarak daha önce gelmiş olmalıydım ve bundan sonra daha sık gelmeliyim diyorum. Gençlerin ülkeyle buluşması, birbirini dinlemesi lazım.
Dört gruba ayrılıp cenaze sahibi evleri gezmek, başsağlığı dilemek istiyoruz. Chp il başkanı uzak bir köy için bize araç ayarlayabileceğini söylüyor. Sabahtan beri yarattığımız kalabalıktan rahatsız olmuş olan güvenlik güçleri ve kaymakam geliyor, izin verilemeyeceğini söylüyor. Bizi köyden bir genç götürebileceğini söylüyor, güç bela, olay çıkmayacağının garantisini vererek kaymakamı ikna ediyoruz. Oysa sabahtan beri oradayız, hiçbir taşkınlık olmamış, dinlemekten başka bir şey yapmamışız. Belki de sorun budur; duymak ve dinlemek...
Bizi 33 yaşında genç bir adam götürüyor, Elmadere köyüne, kendi aracıyla. Hikâyesi, acısı çok bir genç adam:
“Askerden sonra 1,5 yıl ben de madende çalıştım. Ama gün geçtikçe anladım ki ben buraya ömrümü vereceğim, benim bedenimi sömürerek para kazanacaklar. Bunu anladığımda, sonunun olmadığını anladığımda bıraktım. Burada okuyamazsın fakirlikten, madene girersin fakirlikten, sonra borçlanırsın, borcunu ödemek için madenden hiç çıkamazsın. Biz burada zincirsiz köleleriz, tam olarak”.
Şimdi ne yapıyorsun diyoruz.
“Birkaç hayvan alarak işe başladım. Şimdi bir çiftliğim var küçük. Firmalara süt dağıtıyorum. İşleri büyüttüm, evliyim, iki çocuğum var” diyor. Herkes onun kadar gerçekleri fark edemiyor, etse de imkânları elvermiyor, cesur olamıyor, olsa da desteksiz işler yolunda gitmiyor...
Gidiyor olduğumuz Elmadere köyünün Alevi köyü olduğunu söylüyor bize. Kaymakamın huysuzluk çıkarmasının sebebini anlıyoruz. Köy dağın tepesinde, yolu eski, bozuk. Yemyeşil bir ormandan, tarlalardan, akarsulardan geçip varılıyor. Öyle güzel ve öyle hayat dolu ki... Tam 11 ölüsü var. Tam 11 genci kurban etmiş madene.
Yol boyunca bize yıllardır karşılaştıkları kötü muameleyi anlatıyor genç adam. Hem devletten, hem halktan gelen kötü muamele:
“Burası dağlık, görüyorsunuz. Yukarıda hastamız olsa ilçeye yetiştirene kadar iş işten geçmiş olacak. Ne hastane yapılıyor, ne yollarımız. Köyümüze bir tek yatırım yok. Biz burada zaten ölüme terk edilmişiz. Ama ölmek de suç burada” diyor.
Diyecek söz bulamıyoruz, susuyoruz.
Köye vardığımızda kalabalık bir çocuk grubu karşılıyor bizi. Bize şeker, kek soruyorlar. Arabanın etrafını sarıyorlar. Hiçbir şeyin farkında değiller. Biraz oyun gibi geliyor onlara, gelen giden insanlar, getirilen hediyeler.
Hemen girişteki eve gidiyoruz üç arkadaş, Senem Teyze’nin evine. Bir oda, bir girişteki salon, bir küçük mutfaktan oluşan kerpiç bir ev. Yerde halı değil, ince bir kilim var. Varlıklı olunmadığı her halinden belli; mutfaktaki küçük tüpten, askıdaki kıyafetten, kapıdaki ayakkabıdan. Tüm acılarına rağmen bizi buyur ediyor, başka ziyaretçiler de var. Yanına oturuyorum, elimi tutuyor. Gözümün içine baka baka iki evladını anlatıyor. Nasıl mecbur kalıp gittiklerini. ‘Soğan-ekmek yeseydim de göndermeseydim evlatlarımı madene’ diyor. Acıyı ilk kez bu kadar yakın hissediyorum. Ölüm gerçek, elimi tutan kadının ellerinde. Oğlanlardan biri evliymiş, gencecik bir eş ve iki evlat bırakmış ardında. Biri 6 biri 7 yaşında. Babası Cuma günü sana bisiklet alacağım diye söz vermiş. Anne ağlıyor, ben oğlumu ellerin aldığı bisiklete mi bindirecektim diye. Evde madende çalışan ama vardiyası denk gelmediğinden canını kurtaran bir büyük erkek evlat daha var. Dede Parkinson hastası. Kadınların bir geliri, mesleği yok. Ne yapacaklar? Nasıl geçinecekler kimseye muhtaç olmadan? Çocuklar nasıl okuyacak? İki erkek kardeşinin ölüsünü çıkardığı madene geri mi dönecek bu adam?
Senem Teyze her şeyi özetliyor. Sakin sakin isyan ediyor:
“Ben kime yanayım? Ölen dağ gibi evlatlarıma mı? Doyamadım ben onlara. Cenazelerini bile yıkayamadım. Kalanlara mı yanayım? Gelin var, iki torunumuz var. Dedemiz hasta, iki evladının acısına dayanamadı, hastaneye yatırdık. Madenden kurtulan oğluma mı yanayım? Bize Alevi derler, dışlarlar evladım. Bizim de Allah inancımız var, benim de ağzımdan dua düşmez, biz de insan severiz, hak yemeyiz. Bizim suçumuz ne? Acı bizim de acımız, acının ayrımı olmaz. Kaç gün oldu, bir hükümet yetkilisi aramadı, gelmedi. Benim yaşım büyük, ama ömrümün sonuna kadar Ankara’larda İstanbul’larda sürünsem de evlatlarımın hakkını arayacağım. İstemem kimsenin yardımını, parasını. Para benim evlatlarımı getirmez!”
Üzerine söylenecek söz var mı?
Ellerin öpüyoruz, sarılıyoruz, ağlıyoruz, sarılıyoruz...Yolda başka yas evlerine de uğruyoruz. Tüm annelerin gözü yerde, saplanmış bakıyor...Belki inanmıyorlar hala. Acı daha en kötü yüzünü göstermedi.
Herkese söz veriyoruz, hakkınızı savunacağız, sesinizi duyuracağız diye...
İstemesek de geri dönüyoruz....
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri
Soma Ziyareti Kişisel Gözlem Notları
Fethiye Erbil
17 Mayıs 2014 Cumartesi günü, Boğaziçi Üniversitesi’nden gönüllü öğrenci ve akademisyenler olarak Soma maden alanının olduğu bölgeye gittik. Temel amacımız, halka başsağlığı dilemek, yalnız olmadıklarını hissettirmek, onları dinlemek, facianın sebeplerini ve maden işçilerinin durumunu anlamaktı.
Tüm gün boyunca hem kişisel hem teknik birçok not aldık. Kişisel, çünkü bizim dışarıdan konuşurken sayı diye bahsettiğimiz her şey, orası için ‘baba’, ‘eş’, ‘evlat’, ‘kardeş’. Sayılardan, sebeplerden, sonuçlardan önce yaşanan derin acıyı anlamak gerekli. Bu çok büyük, çok ağır bir acı. Düşünün, sabah eşinizi madene uğurluyorsunuz. Az kaldı, bırakacağım burayı diyor, biraz sabredelim, erken emekliliğe az var. Evde iki küçük çocuğunuz var. Akşam haber alıyorsunuz ki canınızın yarısı gitmiş. Cansız bedeni bakılacak gibi değil. Belki iki üç gün nerede olduğunu bulmakla geçiyor. Neye yanacaksınız? Ölene mi? Kendinize mi? Babasız kalan evlatlara mı? İçine sürüklendiğiniz fakirliğe mi? Bundan sonra ne yapacağınıza mı?
Bu acı çok büyük. En az üç ili, ilçeleri, köyleri etkilemiş bir acı. Çarpan etkisi çok büyük, o yüzden desteğe ihtiyaç duyan sayısı da çok.
Bizler yola çıkmadan önce Soma merkeze girişlerin engellediği haberini aldığımız için ilçelere ve oradan da köylere gitme kararı almıştık. Cenaze evlerine ulaşabilelim, acılı aileleri dinleyebilelim diye.
Yol boyunca dikkatimi çeken en önemli şey, bölgenin inanılmaz bereketli, yemyeşil, ormanlarla kaplı bir doğasının olmasıydı. Ormanların arkasında heybetli bir iki dağ yükseliyordu. Bu insanların neden bu verimli toprakların üzerinde değil de altında çalışması gerektiğini sordum....
Bizim gideceğimiz ilçe Kınık’tı. Oraya gitmek için Savaştepe’den geçtik. İlçe girişinde emniyet bizi durdurdu, ilçe emniyet amiri bizim geleceğimizi bildiğini söyledi, hayırlı yolculuklar diledi, yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Devletin sıcakkanlı, insani yüzü de olabilirmiş dedik. Yine de tam güvenemedik. Sebepleri çok açık değil mi?
Daha sonra Soma girişine geldik. Uzaktan bakınca büyük iki dağ ve onun eteklerine kurulmuş bir ilçe. Tahmin ettiğimden daha küçük göründü. İlçe girişinde sayıca 20’yi geçmeyecek polis ve jandarma vardı. Her giriş yapan aracı durdurup Manisa-Soma doğumlu/plakalı olmayanları alamayacaklarını belirtiyorlardı. Buradakiler daha soğuk, daha öfkeli, gelenlere daha ‘sorun çıkarıcı’ gözüyle bakanlardı. İnsanların anayasal haklarını devlet hangi gerekçeyle ihlal edebiliyor? Devlet, insanların yaşam hakkını ihlal ederken, bu soru manasız kaldı birden. Yine de sormaya devam.
Biz Soma içinden sivil bir polis aracın eşliğinde geçtik, Kınık yoluna kadar. İlçeden geçerken etrafa baktık, dışından geçiyorduk, çok bir şey belli değildi. Sokaklar boştu. Birkaç çocuk, alışverişe gitmiş birkaç adam... Herkesin cenazesi vardı, ya evinde ya komşusunda ya mahallesinde... Şehrin girişinde bir mezarlık vardı. En çok orası kalabalıktı. Şehrin en kalabalık yeri mezarlık olur mu? Oluyormuş.
Orada toprağı yeni, ıslak mezarlar gördük. Mezarların başına konmuş testiler. Akan gözyaşları bitince susuz kalmasın diye. Toprağın altından çıkıp toprağın altına gömülen bedenler gördük. En çok da çocuklar. Toprağa sarılan, anlamayan, oyun sanan, geçecek sanan çocuklar....Babaları o çocuklar için toprağın altına girmeyi göze almıştı. Bu çocukları yalnız bırakırsak bize haklarını helal ederler mi?
Kınık’a geçtik. Cenaze evlerinde mümkünse başımızın örtülü olması, gürültülü konuşulmaması ve sigara içilmemesi uyarısı yaptık birbirimize. Son bir sigara molası vermek için ilçenin girişinde durduk, aşağı indik. Etrafımızı insanlar sarmaya başladı. En çok da erkekler. Yaşlı, genç erkekler, erkek çocuklar. Sonra bir cesaret sağdaki, soldaki evlerden genç kadınlar çıktı. Önce kim olduğumuzu sordular. Boğaziçi Üniversitesi’ndeniz deyince buralara kadar geldiğimiz için şaşırıp teşekkür ettiler. Duyduklarım şu şekilde;
‘Gençler, sağ olun, var olun. İstanbul’dan kalkıp gelmişsiniz başsağlığı dilemeye.’
‘Ben eski solculardanım evladım. Senelerce de bu madende çalıştım. Bu mesele hükümet devirme, sağ, sol meselesi değil. Bu hükümet oyla devrilir. Gerçi oyda da bir sürü hile yapıyorlar ya. Demem o ki, burada yapılan birçok hata var, ihmal var.’
‘Bu kader değildir evladım, bu Allah’ın takdiri değildir. Bu bile bile adam öldürmektir.’
‘Bu gençler bizim için çıkmıştır sokaklara. Bizim sizden başka kimseye inancımız kalmadı. Belediye başkanı ortalarda yok bakın. Sokaklara çıkın evladım, hakkımızı arayın, bizi bunlardan kurtarın’.
Kısa bir mola verdiğimizi ve ilçe meydana gidip orada herkesi dinlemek istediğimizi söyledik. Bu on dakikada bile etrafımızda en az elli kişi toplanmıştı.
İlçe meydana gittiğimizde bize sandalye gösterdiler, çay verdiler, simit ikram ettiler. Cenaze evi gibiydi her yer, ölüm hepimizin olunca....
Biz oturur oturmaz yine etrafımızı birçok amca, genç adam sardı. Benim gözüme 17-18 yaşlarında gözüken iki genç çocuk çarptı. Onlarla konuştum. Madende çalışmıyorlarmış, ama sayıca çok yakınlarını kaybetmişler. İkisi de okumuyormuş. Askere gideceklermiş. İlk olarak onlardan teyit ettirdiğim bir bilgi maden şirketi kesinlikle 18 yaşını doldurmayanı almazmış. Birçok arkadaşını geri çevirmiş şirket bu yaş meselesi yüzünden. Dedim siz ne iş yapıyorsunuz. Sağda solda, tarlada çalışıyoruz dediler. Patlamayı öğrendikleri gibi koşup yardım çalışmalarına katılmışlar, üç gün yardım etmişler, en çok da ceset teşhisinde. Aslında ilk saatlerden sonra madende yapılan ‘arama-kurtarma’ değil, ceset çıkarma çalışmasıydı. Bu gençlerin yaptığı olmasaydı, aileler daha geç ulaşacaktı evlatlarının bedenlerine....İnsanı öldürdüğümüz yetmiyormuş gibi, gerisi de ihmal...
Uzun yıllar madende çalışmış, patlamadan sağ kurtulmuş orta yaşlı amcalarla konuştum. Olayın nedenini ve güvenlik önlemlerini sordum. “Kızım, ne güvenliği?” dedi bir tanesi. “Burada güvenlik, müvenlik yok. Kömürün ısındığını defalarca anlattık. Şikâyet ediyorsun amirinden azar yiyorsun. Tüm gün köpek gibi azarlanarak çalışıyorsun. Sesini çıkarmaya kalksan seni işinden etmekle tehdit ediyorlar”.
Konuştuğumuz insanların bir kısmı meseleye siyaset bulaştırmak istemiyorlardı. Açık bir şekilde devletten ve hükümetten, baskı altına alınmaktan korkuyorlardı.
Kurtarma çalışmalarına katılan insanların anlattığı ölülerin çok kötü durumda olduğuydu. O kadar kötü durumdaydı ki ölülerini tanıyamamışlar. Beş gün geçti, hala ulaşılamadığını bildiğimiz insanlar var, yandılar mı dondular mı bilmiyoruz dediler.
Bir madenci, madenin tek kapısı var, girişi 300 metre. Girdikten sonra nasıl döneceksiniz. Bunun imkânı yok dedi.
Madenle ilgili anlatılan en net tablo şu: burası 2005’e kadar Ciner grubun elindeymiş. Çok daha insani şartlarda çalışıyormuş işçiler. Bu madende kesinlikle açılmaması gereken kömür dalları varmış. Ciner bu yasak alanlara işçileri asla yaklaştırmazmış. Bu dallar açılmayınca da kar yapılamamış. Ciner grup biz işçi zayiatı vermek istemiyoruz deyip geri çekilmiş, burada hükümetle olan sürtüşmeleri de etkili olmuş.
Burası birkaç şirket değiştirmiş. Soma Holding geldiğinden beri açılmaması gereken yerler açılmış. Buraların riskli olduğu biliniyordu diyor madenciler. Bile bile bizi gönderdiler diyor.
İşçilerin çalışma şartları da çok ama çok kötü. Günde 8 saat çalıştıklarını anlatıyorlar. Aralıksız. Yemek götürürsek yanımızda yeriz, çay götürürsek içeriz, dışarı çıkamayız diyorlar. Tüm gün çok az oksijenle çalıştıklarını, vücutlarında birçok hastalık başladığını söylüyorlar. Maden insanı birden yaşlandırır diyorlar. İçten içe çürütür.
Neden maddende çalışmak istediklerini soruyoruz. Hem cenaze evlerindeki teyzelerden hem uzun süredir maddende çalışan amcalardan aldığımız cevaplar hep aynı:
Biz çiftçilik yapardık, hayvancılık yapardık. Ama yetiştirdiğimiz ürün para etmez hale geldi. Tütün özelleştirmeden sonra, devlet desteği çekildikten sonra kardan çok zarar getirdi. Hayvancılık aynı şekilde kazandırmadı. Mecbur kaldık madene girmeye, evlatlarımızı madene göndermeye. Fakirlikten okutamadık. Madende sigorta var, garanti maaş diye herkes madene gitmeye başladı. Özellikle 2005’ten beri bu durum böyle, gitgide yaygınlaştı. Mecbur kalmasak o ağır şartlarda çalışır mıydık? Çiftçilik yapmayınca her şey para. Yiyecek para, market para, çocuğun ilaçları para. Burada işi olmayan gence kız vermezler. Gençler evlenebilmek için madene gitti. Gitmeyene baskı yapıldı.
Konu sebeplerden yine olay anına ve sonrasına dönüyor. Çalışmalara katılan, 3 gün madenden ceset çıkaran bir işçi anlatıyor:
“Ben kendi gözlerimle gördüm. Ölmüş, bedeni taş gibi olmuş kişilerin yüzüne maske takıp çıkardılar. Bunun amacı nedir? Biz orada patlama anında 700-800 kişiydik. Kurtarmaya diye girip geri gelemeyenler de var. Sayıları toplayınca birbirini tutmuyor. İçeride muhakkak kalanlar var. Çıkarmıyorlar, üzerini örtüyorlar. Çıkarırlarsa madenin ruhsatı alınır, bir daha iş yapamaz çünkü”.
Eğer bir kayıp varsa, ailelerin başvurusuyla bunun bulunmasının mümkün olup olmadığını soruyorum. Bize çok da gerçekçi bir cevap veriyor.
“Başvurular gelse ne olacak? Bunu siz duyacak mısınız? Gerçek sayıyı siz duyacak mısınız? Nereden? Nerede yayınlanacak? Ben çok eminim daha çok ölü olduğuna. Benim arkadaşlarım oradaydı. Ya içeride ya dışarıda bu ölüler, ama saklıyorlar”.
Hem insanının canını alan, hem ölüsünü saklayan bir devlet. Tam da bize yakışır türden!
Sendikaları soruyoruz işçiye:
“Sendika bizden taraf olacağına bize zorlama, baskı yapıyor. Sendika şirketten yana. Devlet şirketten yana. Şirket devletten yana. Açılmaması gereken yerlerin açıldığını devlet biliyor. Göstermelik denetleme gönderiyor. Denetleme gelmeden 15 gün önce telefon gelir. Ben kendim bizzat çalıştım, üst katın havalandırmaları sırf denetleme için hazırlanır, bir de on gün denetleme için hazırlık yaparsın. Gelirler, takım elbiseleri çekmiş, 5 metre aşağı inmezler. Bizim gerçekten çalıştığımız yerleri görmezler. Tam puan verip giderler sonra”.
Herkes paranın tarafındaysa, kim işçinin yanında olacak? Sorumlu sadece işyeri sahibi mi? ‘Tam puan’ veren denetçiler hesap vermeyecek mi? Sendikalar hesap vermeyecek mi? Soruyoruz, bir cevap bulur mu bilmeden.
Meydanda bize saatlerce olanı biteni anlatan amcalardan ayrılmak zor oluyor. Ben kişisel olarak daha önce gelmiş olmalıydım ve bundan sonra daha sık gelmeliyim diyorum. Gençlerin ülkeyle buluşması, birbirini dinlemesi lazım.
Dört gruba ayrılıp cenaze sahibi evleri gezmek, başsağlığı dilemek istiyoruz. Chp il başkanı uzak bir köy için bize araç ayarlayabileceğini söylüyor. Sabahtan beri yarattığımız kalabalıktan rahatsız olmuş olan güvenlik güçleri ve kaymakam geliyor, izin verilemeyeceğini söylüyor. Bizi köyden bir genç götürebileceğini söylüyor, güç bela, olay çıkmayacağının garantisini vererek kaymakamı ikna ediyoruz. Oysa sabahtan beri oradayız, hiçbir taşkınlık olmamış, dinlemekten başka bir şey yapmamışız. Belki de sorun budur; duymak ve dinlemek...
Bizi 33 yaşında genç bir adam götürüyor, Elmadere köyüne, kendi aracıyla. Hikâyesi, acısı çok bir genç adam:
“Askerden sonra 1,5 yıl ben de madende çalıştım. Ama gün geçtikçe anladım ki ben buraya ömrümü vereceğim, benim bedenimi sömürerek para kazanacaklar. Bunu anladığımda, sonunun olmadığını anladığımda bıraktım. Burada okuyamazsın fakirlikten, madene girersin fakirlikten, sonra borçlanırsın, borcunu ödemek için madenden hiç çıkamazsın. Biz burada zincirsiz köleleriz, tam olarak”.
Şimdi ne yapıyorsun diyoruz.
“Birkaç hayvan alarak işe başladım. Şimdi bir çiftliğim var küçük. Firmalara süt dağıtıyorum. İşleri büyüttüm, evliyim, iki çocuğum var” diyor. Herkes onun kadar gerçekleri fark edemiyor, etse de imkânları elvermiyor, cesur olamıyor, olsa da desteksiz işler yolunda gitmiyor...
Gidiyor olduğumuz Elmadere köyünün Alevi köyü olduğunu söylüyor bize. Kaymakamın huysuzluk çıkarmasının sebebini anlıyoruz. Köy dağın tepesinde, yolu eski, bozuk. Yemyeşil bir ormandan, tarlalardan, akarsulardan geçip varılıyor. Öyle güzel ve öyle hayat dolu ki... Tam 11 ölüsü var. Tam 11 genci kurban etmiş madene.
Yol boyunca bize yıllardır karşılaştıkları kötü muameleyi anlatıyor genç adam. Hem devletten, hem halktan gelen kötü muamele:
“Burası dağlık, görüyorsunuz. Yukarıda hastamız olsa ilçeye yetiştirene kadar iş işten geçmiş olacak. Ne hastane yapılıyor, ne yollarımız. Köyümüze bir tek yatırım yok. Biz burada zaten ölüme terk edilmişiz. Ama ölmek de suç burada” diyor.
Diyecek söz bulamıyoruz, susuyoruz.
Köye vardığımızda kalabalık bir çocuk grubu karşılıyor bizi. Bize şeker, kek soruyorlar. Arabanın etrafını sarıyorlar. Hiçbir şeyin farkında değiller. Biraz oyun gibi geliyor onlara, gelen giden insanlar, getirilen hediyeler.
Hemen girişteki eve gidiyoruz üç arkadaş, Senem Teyze’nin evine. Bir oda, bir girişteki salon, bir küçük mutfaktan oluşan kerpiç bir ev. Yerde halı değil, ince bir kilim var. Varlıklı olunmadığı her halinden belli; mutfaktaki küçük tüpten, askıdaki kıyafetten, kapıdaki ayakkabıdan. Tüm acılarına rağmen bizi buyur ediyor, başka ziyaretçiler de var. Yanına oturuyorum, elimi tutuyor. Gözümün içine baka baka iki evladını anlatıyor. Nasıl mecbur kalıp gittiklerini. ‘Soğan-ekmek yeseydim de göndermeseydim evlatlarımı madene’ diyor. Acıyı ilk kez bu kadar yakın hissediyorum. Ölüm gerçek, elimi tutan kadının ellerinde. Oğlanlardan biri evliymiş, gencecik bir eş ve iki evlat bırakmış ardında. Biri 6 biri 7 yaşında. Babası Cuma günü sana bisiklet alacağım diye söz vermiş. Anne ağlıyor, ben oğlumu ellerin aldığı bisiklete mi bindirecektim diye. Evde madende çalışan ama vardiyası denk gelmediğinden canını kurtaran bir büyük erkek evlat daha var. Dede Parkinson hastası. Kadınların bir geliri, mesleği yok. Ne yapacaklar? Nasıl geçinecekler kimseye muhtaç olmadan? Çocuklar nasıl okuyacak? İki erkek kardeşinin ölüsünü çıkardığı madene geri mi dönecek bu adam?
Senem Teyze her şeyi özetliyor. Sakin sakin isyan ediyor:
“Ben kime yanayım? Ölen dağ gibi evlatlarıma mı? Doyamadım ben onlara. Cenazelerini bile yıkayamadım. Kalanlara mı yanayım? Gelin var, iki torunumuz var. Dedemiz hasta, iki evladının acısına dayanamadı, hastaneye yatırdık. Madenden kurtulan oğluma mı yanayım? Bize Alevi derler, dışlarlar evladım. Bizim de Allah inancımız var, benim de ağzımdan dua düşmez, biz de insan severiz, hak yemeyiz. Bizim suçumuz ne? Acı bizim de acımız, acının ayrımı olmaz. Kaç gün oldu, bir hükümet yetkilisi aramadı, gelmedi. Benim yaşım büyük, ama ömrümün sonuna kadar Ankara’larda İstanbul’larda sürünsem de evlatlarımın hakkını arayacağım. İstemem kimsenin yardımını, parasını. Para benim evlatlarımı getirmez!”
Üzerine söylenecek söz var mı?
Ellerin öpüyoruz, sarılıyoruz, ağlıyoruz, sarılıyoruz...Yolda başka yas evlerine de uğruyoruz. Tüm annelerin gözü yerde, saplanmış bakıyor...Belki inanmıyorlar hala. Acı daha en kötü yüzünü göstermedi.
Herkese söz veriyoruz, hakkınızı savunacağız, sesinizi duyuracağız diye...
İstemesek de geri dönüyoruz....